Bilge Nedir ?

 

Bilge Nedir ?

Bilge deyince yeni jenerasyonların aklın bir isim gelir, hatta bir kız ismi gelir, biraz eskiye gittiğimizde yani Y kuşağına hatta biraz daha geriye gittiğimizde yani X kuşağına Bilge isimden çok bir tanıma dönüşür. Bilge, Bilgelik olarak da tanımlanırken esasında her şeyi bilen, bildiği şeyleri de doğru ve sağlam bilerek kendisine ve başkalarına bu doğru bilgilerle faydalı olan kimsedir. Bilge kimse ahlaklı olan kimseyi temsil eder. Doğru bilgi için bu siteyi takip edebilirsiniz.

Netbilge.com insanların bilgi dağarcığına doğru ve kaliteli bilgi sağlamak için 2021 yılında kurulan, kaynağı net bilgilere dayanan bir bilge sitesidir. Eskiden internet bir çok protokollü,  bilgisayarlar birbirine bağlayan bir ağ olarak tanımlanırken, günümüzde internet insanların vaz geçemediği, hava gibi su gibi ihtiyaç duyduğu bir şey olarak tanımlanabilmektedir. İstisnaların kaideyi bozmayacağı gerçeğini bilerek insanlara ışık tutmak ve insanlara her konuda, her kategoride doğru bilgi vermek için netbilge.com olarak hizmetinizdeyiz.

Ne ? Nerede ? Kim ? Nerede ? Ne Zaman ? Nasıl ? Nasıl Yapılır ? Zararları Var Mı ? Nedir ? Faydası Ne? Kimdir ? gibi soruların ve daha fazla sorunun doğru cevabı için https://netbilge.com/ sitesini takip edebilirsiniz. yeni nesil bilgi adresi.

Bilge nedir, bilgi nedir,info, Google,Google nedir, information, doğru bilgi nedir,doğru, doğru bilgi,Google araması, Google araması nasıl yapılır,

 

 

Devoğlu Masalı



Evvel zaman içince kalbur saman içinde, var var içinde, yok yok içinde, bir fil bahçenin, bahçe filin içinde. Var varanın sür sürenin, bu masal başlar böyle kan ter içinde.

Bir padişahın üç kızı varmış, günlerden bir gün padişah sefere giderken kızlarını yanına çağırır. “Ben yokken sevgili atıma çok iyi bakın, yemini suyunu verin, atın işlerini başkalarına gördürmeyin” der. Ve çıkıp gider.

Bir gün büyük kız, atın yemini vermek üzere ahıra gidince, hayvan onu yanına sokmaz. Ortanca kız gider, at onu da yanına sokmaz. Küçük kız gidince hayvan sesini çıkarmaz, kız da yemini, suyunu verir. Büyük kız ile ortanca kız bunu görünce, ”öyleyse şah babamız gelene kadar, bu hayvanla sen ilgilen derler. Aradan epeyce zaman geçer. Kız at ile ilgilenir, yemini, suyunu verir. Babalarını döndüğünde, kızlarının ata bakıp bakmadıklarını sorar. Onlarda olanları anlatırlar…

Neyse, günlerden bir gün padişah, büyük kızı ile ortanca kızını o zamanın ileri gelen kimseleriyle evlendirir. Onlara kırk gün kırk gece düğün yapar. Onlar böyle yaşayıp giderlerken, küçük kız da ahırda kalır. Bu at meğer bir dev oğluymuş ve geceleri bu dev oğlu güzel bir delikanlı olurmuş. Öbür kızların kocaları bir gün cirit oyununa çıkarlar. Büyük kızlar küçüğe gelip, kocalarının cirit oyununa gittiğini söyleyip onu kıskandırmaya çalışırlar. Onlar bunu söyleyince at hemen insan kılığına girer ve cirit alanına gider. Giderken de kıza” sakın benim kim olduğumu kimseye söyleme diye tembih eder. Ötekilerin oynadığından daha iyi cirit oynar ve geri döner. Onun kim olduğunu kimseler bilemez. Ertesi gün yine cirit oynamaya giderler. İnsan kılığına giren at onların yanına gitmeden önce kızın yanına gelip ona üç kıl verir. “Ben yokken bir şey olursa bu kılları yak, ben gelir seni bulurum” der.

Ablaları cirit oynayan kocalarını gösterip, küçük kıza nispet yaparlar. O da daha fazla dayanamaz” O benim kocam “ der.. O bunu söyler söylemez dev oğlu ortadan kaybolur. Kız başlar ağlamaya. Yollara düşer, dev oğlunu aramaya koyulur. Günlerden bir gün yorulup bir dağın eteğine oturur. Atın ona verdiği kıllar aklına gelir. Kılların birini hemen yakar, dev oğlu ortaya çıkar “ Ben sana demedim mi ? Neden söyledin kim olduğumu, burası bizim dağımız anam seni burada görürse paralar, git çabuk” der. Kız ağlamaya başlayınca ona bir tane vurur, kız bir elma olur. Onu kaldırıp rafa koyar. Bu sırada devanası “burada insan eti kokuyor” diye bağırıyor.. Kadın bu kızı yakalar. Oğlan yalvar yakar olur “anacım, bu senin gelinin” der. Dev anası kızın yanına gelip, bugün odayı süpür, süpürme, der. Kız ne yapacağını anlamaz, bir kıl daha yakar, oğlana sorar. Oğlan” sultanım, odayı süpür, sofayı süpürme “ demektir” der. Akşam dev anası “seni gidi seni, bunu sana oğlum mu öğretti” der.

Ertesi gün devanası kıza üç tane küp verir. “Bunların içini gözyaşıyla dolduracaksın” der.. Kız yine oğlana sorar, oğlan küpleri su ile doldurup içlerine tuz atar. Devanası yine kızar. Kadın dışarı çıkarken “bana börek yap” der çıkar. Ancak börek yapacak hiçbir şey yoktur evde. Oğlan gelir kızın söylediklerini duyunca “annem seni yemeden bu işten vazgeçmeyecek, der ve kızı alır, birlikte yola koyulurlar.

Devanası bunların peşine takılır. Oğlan arkasını döner bakar ki anası geliyor. Kıza bir tokat atıp onu ağaç yapar. Kendisi de ağaca dolanan bir yılan olur. Devanası gelir, ağacın kız olduğunu bildiği için onu paralamak ister ama oğluna zarar vermekten korkar. “ Oğlum bari şu kızın parmağından biraz veri de gideyim “der. Bir türlü kurtulamayacaklarını anlayan oğlan “senden bir lokma tatmadan gitmeyecek “ der ve kızın parmağından bir lokma ısırmasına izin verirler. Dev anası gider.

İkisi de insan olurlar. Ve dev oğlu o günden sonra hep insan olarak kalır. Padişahta onlara kırk gün kırk gece düğün yapar.

Çaydanlık Olmak isteyen Prens Masalı




Bir varmış bir yokmuş, iki varmış, üç yokmuş...
Ülkenin birinde, kendi halinde bir prens yaşarmış. Kendi halinde diyoruz ama sahiden öyleymiş bizim prens. Kimsenin işine karışmak istemez, devlet yönetimiyle ilgilenmez, hep gezsin, eğlensin istermiş.

Babası ve bütün ülke halkı bu işe çok üzülüyorlarmış, çünkü prens kraldan sonra ülkeyi yönetecek kişiymiş ve o, bu görevleri yapmaktan kaçıyormuş. Annesi yalvarmış, babası bağırmış, çağırmış , ülkedeki bütün alimler, bilginler çağırılmış ama nafile... Bizim ki olmaz da olmaz diye tutturuyor.Artık yapacak bir şey bulamamışlar...

Günlerden bir gün daha kötü bir şey olmuş, bizim prens eline bir çaydanlık almış çaydanlığın üzerinde kendi resmine bakıp bakıp, ağlamaya başlamış. Anne ve babası ne olduğunu sorduklarında,

- Hiiiçç ben büyüyünce çaydanlık olmaya karar verdim “ demiş. Prensin çaydanlık olmak istediği birkaç saat içinde bütün ülkede duyulmuş. Ülke halkı sokaklara dökülmüş. “Olur mu canım, bir insan nasıl çaydanlık olabilir ki ?” diye konuşmaya başlamışlar. Ama prens anlamamış hiç birini, elindeki çaydanlığı hiç bırakmamış, hayran hayran çaydanlığı izler olmuş. Kral ve kraliçe ne kadar alim varsa toplamışlar saraya . Baba çıkmış ortaya ve konuşmuş onlarla.

- Sevgili prensimiz çaydanlık olmak istiyor. Haydi bir çözüm bulun buna , demiş. Siz çözüm buldunuz , buldunuz bulamadınız çıkıp üstünde tepineceğim, görecek çaydanlık olmak ne demek ? diye eklemiş.

Alimlerden biri çıkmış hemen:
- Ülkedeki bütün çaydanlıkları attıralım, demiş.
Kral bu fikri beğenmiş, emir vermiş, bütün çaydanlıklar yok edilmiş birkaç saat içinde. Ama prens nereden bulduysa bulmuş yine bir çaydanlık almış eline. Bu bir çözüm olmamış yani. Kralın siniri daha da artmış:
- Yeter yahu , bunca alim bir çözüm bulamadınız mı bu işe ? diye bağırmış. Alimlerden biri yerinden kalkmış;
- Siz konuştunuz mu hiç prensimizle ? diye sormuş.

Kral önce şaşırmış, sonra “ Ne konuşacağım ben onunla”diye kükremiş... O kadar çok bağırıyormuş ki, kendi sesinden kendi bile korkmuş. Alim :
- Efendimiz, siz sevgili prensimizle de böyle bağırarak konuşuyorsunuz, bazen o kadar çok korkuyor ki, sizi duymamak için kulaklarını kapatıyor, demiş. Kral durmuş, düşünmüş bu işte doğruluk payı var diye de aklından geçirmiş. Prensi yanına çağırmışlar :
- Oğulcuğum, yavrucuğum niye üzüyorsun bizi ? Bak biz senin için ne güzel şeyler düşünüyoruz”
diye konuşmaya başlamış. Sesi o kadar yumuşakmış ki, kendisi bile şaşırmış buna. Prens de çok şaşırmış. Babasının yanına oturmuş, elindeki çaydanlığı atmış:
- Babacığım işte ben de hep bunu bekliyordum” demiş. Bir gün beni sevdiğini anlarsam, işte o zaman ülkeyi yönetmek için senin yerine geçeceğim diye düşünüyordum.

Bizim kral ve Prens o günden sonra o kadar mutlu yaşamışlar ki, baba bir daha oğluna hiç kötü söz söylememiş, prens de çaydanlık olmak istememiş.

Çıtı Pıtı Hanım Masalı



Büyük yemyeşil bir adada sadece maymunlar yaşarmış. Bu maymunlar ülkesinde Çıtı Pıtı Hanım adında iyi kalpli bir maymun kız da varmış. Çıtı Pıtı Hanım zayıf, ufacık tefecik bir maymunmuş. Doğduğunda minicik bir bebek olduğu için annesi, maymun kızının adını Çıtı Pıtı Hanım koymuş. Çıtı Pıtı Hanım’ı tanıyan herkes onu çok severmiş. O, hiç kimse için kötülük düşünmez, iyilik yapmaktan çok hoşlanırmış.

Çıtı Pıtı Hanım, ufak tefek olmasını dert etmezmiş. Tanımayanlar onu küçük bir kız zannederlermiş. Genç bir kız olduğunu öğrendiklerinde ise ona şaşkın şaşkın bakarlarmış. Bazen alay edenler de olurmuş ama Çıtı Pıtı Hanım onlara aldırış etmezmiş.

“Terbiyem kıt olacağına, boyum kısa olsun, zararı yok.” dermiş.

Bir gün ülkenin bütün genç kızları saraya davet edilmiş. Maymun kral, oğlunu evlendirmek istiyormuş. Prens, genç kızları görüp tanışsın diye büyük bir davet düzenlenmiş. Çıtı Pıtı Hanım bu daveti duyar duymaz heyecanlanmış. Prenses olma hayallerine kapılmış.

Çıtı Pıtı Hanım’ın yüzü çok güzel değilmiş ama gözleri çok güzelmiş. Prens gözlerimi bir fark etse kesin bana aşık olur diye düşünüyormuş. Davetin olduğu gün Çıtı Pıtı Hanım da giyinip kuşanıp saraya gitmiş. Çiçekli, güzel bir elbise giymiş. Gitmiş gitmesine ama kapıdan içeri girmesi bile sorun olmuş. Kapıda bekleyen iri yarı maymun, onu durdurmuş.

-Sen içeri giremezsin küçük kız, demiş.
Çıtı Pıtı Hanım başını kaldırmış dev gibi duran maymuna bakmış. Sesini olabildiği en kalın ve en yüksek tonda çıkarmaya çalışarak bağırmış:
-Ben küçük bir kız değilim, sadece boyum kısa, demiş.

Nöbetçi maymun ona inanmamış, içeri girmesine izin vermemiş. Çıtı Pıtı Hanım’ın boyu kısaymış ama azmi büyükmüş. Öyle hemen mücadele etmeden vazgeçmezmiş. Kapının karşı tarafında bir yere saklanmış ve onu tanıyan birinin gelmesini beklemiş. Az sonra onların mahallesinde oturan bir maymun genç kız gelmiş. Çıtı Pıtı Hanım hemen onun yanına gitmiş, durumu anlatmış.

-Ne olur şu nöbetçiye benim de senin yaşında olduğumu söyle, demiş.
Kız onu küçümser bir edayla süzmüş.
-Nasıl olsa prens seni beğenmeyecek, içeri girmenin sana bir faydası olmayacak. Boş yere kalabalık edip ayak altında dolaşma, demiş ve kırmızı kabarık elbisesinin eteğini sürüye sürüye içeri girmiş.

Çıtı Pıtı Hanım üzülmüş onun sözlerine ama yine vazgeçmemiş. Bir tanıdık daha gelir belki diye beklemiş. Az sonra okul arkadaşı gelmiş. Çıtı Pıtı Hanım ona da hemen durumu anlatmış.

-Tamam hadi gel birlikte gidelim, ben senin de benimle aynı yaşta olduğunu söylerim, demiş.
Nöbetçinin yanına gitmişler. Arkadaşı nöbetçiye:
-Çıtı Pıtı Hanım benim okul arkadaşımdır, aynı yaştayız, demiş.
Nöbetçi gülmüş.
-Tabi tabi benim de askerlik arkadaşım olur kendisi, demiş.
Okul arkadaşı:
-Yalan değil gerçekten benimle aynı yaşta, demiş.
Nöbetçi:
-Hanımefendi bu çocuğu sevindirmek için uğraştığınızı fark ediyorum. Fakat kralımızın emri var. Yaşlılar ve çocuklar alınmayacak. Sadece genç kızlar girebilir, demiş.

Okul arkadaşı nöbetçiyi ikna edemeyince Çıtı Pıtı Hanımı orada bırakıp içeri girmiş.
Çıtı Pıtı Hanım yine vazgeçmemiş. Acaba içeriye başka türlü nasıl girebilirim diye düşünmüş. Sarayın etrafında dolanmış. Pencereleri kontrol etmiş, içeriye girmenin yollarını araştırmış. Fakat her pencerenin altında bir nöbetçi bekliyormuş. Yeniden kapıya döndüğünde teyzesinin kızıyla karşılaşmış. Teyzesinin kızı çok güzelmiş. Hele o gece giydiği pembe, kabarık etekli elbisenin içinde bir kuğu gibi güzel ve edalı duruyormuş. Çıtı Pıtı Hanım ona durumu anlatmış.

Teyzesinin kızı:
-Tabi ki yardım ederim ama ne yapabiliriz. Şimdi nöbetçi bana da inanmaz, demiş.
Çıtı Pıtı Hanım biraz düşünmüş. Aklına bir fikir gelmiş.
-Ben senin eteğinin altına saklanayım, demiş. Zaten yeterince kabarık. Azcık başımı eğdiğim zaman rahat rahat içinde yürüyebilirim.
Teyzesinin kızına bu plan pek parlak gelmemiş.
-Ya nöbetçi fark ederse, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım:
-Merak etme, demiş. Sen o kadar güzelsin ki yüzüne bakmaktan eteğine dikkat etmezler.
Çıtı Pıtı Hanım teyzesinin kızının eteğinin altına saklanıp onunla birlikte içeri girmeyi başarmış. Gerçekten de nöbetçiler kızın güzelliğine bakmaktan eteğinin anormal kabarıklığını fark etmemişler bile.
Sarayın muhteşem salonunda yüzlerce genç kız prensin gelmesini beklemiş.

Yakışıklı prens geldiğinde heyecandan hepsinin kalbi küt küt atmaya başlamış. Çıtı Pıtı Hanım prensi görür görmez aşık olmuş. Prens kızlara tek tek hoşgeldiniz deyip tanışmaya başlamış. Çıtı Pıtı Hanım’ın sıra kendisine geldiğinde neredeyse kalbi duracakmış. Bütün kızlar küçümser bir edayla onu süzüyorlarmış.

-İsmim Çıtı Pıtı Hanım prensim, demiş.
Prens de onu küçük bir kız sanmış.
-Memnun oldum. Ablanla birlikte mi geldin canım, demiş.
Çıtı Pıtı Hanım bu sözlere üzülmüş. Güzel gözlerini prense dikerek:
-Hayır ben küçük değilim, genç bir kızım, demiş
Demiş demesine ama Prens onun güzel gözlerini fark etmemiş. Onu dinlememiş bile. Yanındaki genç kızla konuşmaya başlamış. Tanışma bittikten sonra prens Çıtı Pıtı Hanım’ın teyzesinin kızıyla çok ilgilenmiş. Prens ondan gözlerini alamıyormuş. Çıtı Pıtı Hanım bütün gece prensin dikkatini çekmek için etrafında dolaştıysa da prens onunla hiç ilgilenmemiş.

O gece Çıtı Pıtı Hanım çok üzgün dönmüş evine. O günden sonra da boyunun kısa oluşuna üzülmeye başlamış. Boyum uzun olsaydı prens benimle evlenirdi, diye düşünmüş. Anne ve babası kızlarının derdine ortak oluyorlarmış. Fakat ne söylerlerse söylesinler Çıtı Pıtı Hanım’ı üzüntüsünden kurtaramıyorlarmış. Kederinden yemekten içmekten kesilen Çıtı Pıtı Hanım iyice zayıflayıp küçülmüş.

Bu arada teyzesinin kızıyla prens evleneceklermiş. Çıtı Pıtı Hanım teyzesinin kızının düğününe gitmemiş.

-Teyzemin kızı da olsa prensimin başkasıyla evlendiğini görmeye dayanamam, demiş.
Sarayda kırk gün kırk gece yapılan gösterişli düğünle prensle teyzesinin kızı evlenmişler.
Aradan aylar geçmiş. Zamanla Çıtı Pıtı Hanım’ın acısı azalmış. Bir gün annesine:
-Ben gideyim de teyzemin kızına hayırlı olsun diyeyim, demiş.

Saraya düğün hediyesi alıp öyle gitmiş. “Kim bilir, o şimdi ne kadar mutludur ona mutsuzluğumu belli etmeyeyim,” diye düşünüyormuş. Teyzesinin kızı onu gördüğüne çok sevinmiş. Aynen onun hayal ettiği gibi güzel bir elbise giyinmiş. Yere kadar uzun olan elbisesi, incilerle süslü ve pembe renkteymiş. Fakat Çıtı Pıtı Hanım’ın beklediği gibi mutlu değilmiş.

Çıtı Pıtı Hanım:
-Rengin solmuş, gözlerinin altı çökmüş, hasta mısın? diye sormuş.
Teyzesinin kızı:
-Hayır hasta değilim, sadece çok mutsuzum, demiş.
Çıtı Pıtı Hanım çok şaşırmış.
-Mutsuz musun? diye sormuş inanmayan gözlerle.
Teyzesinin kızı:
-Evet çok mutsuzum, demiş.
Çıtı Pıtı Hanım:
-Nasıl mutsuz olursun! demiş hayretle. Ülkemizin yakışıklı prensiyle evlendin, prenses oldun. Sarayda yaşıyorsun. İlerde kraliçe olacaksın. Nasıl mutsuz olursun, inanamıyorum.
Teyzesinin kızı:
-Mutsuzum çünkü prens hiç hayal ettiğim gibi biri değilmiş, demiş. Evet yüzü güzel ama huyu çok kötü. Çok kaba biri. İnanmazsın belki ama muzu soyup kabuğunu yere atıyor. Bana çok kötü davranıyor, yürürken eteğime basıp gülüyor, bana hiç değer vermiyor. Kızınca beni dövüyor. Koskoca sarayda yapayalnızım.

Çıtı Pıtı Hanım güzel gözlerini kırpıştırarak,
-Bu söylediklerine inanamıyorum, demiş.
Teyzesinin kızı:
-Maalesef doğru, demiş.
Çıtı Pıtı Hanım onun için çok üzülmüş. Teyzesinin kızı da sadece prensin zenginliğine, yakışıklılığına baktığı için sonunda pişmanmış. Çıtı Pıtı Hanım bu olayda kendisinin de aynı hatayı yaptığını hatırlamış.

O günden sonra Çıtı Pıtı Hanım bir daha hiçbir şeyde dış görünüşe aldanmamış. Onu eskiden beri sevip isteyen, boyu boyuna uygun bir gençle evlenmiş. Sarayda mutsuz bir prenses olacağına küçük ağaç evinin mutlu prensesi olmuş.

Sema Maraşlı

Çıtkırıldım Çilek Masalı



Küçük kırmızı çilek
Seni nasılda yesek ,
Şekere mi batırsak,
Şerbetemi kattırsak?

Bir şeker bir biber, yani bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,nerelerde, derelerde kim varmış ki buralarda ? Uzun atlamaya gerek yok, bizim ördek şuralarda. Ördek uzun atlar mı diye sorana cevap evet atlar peki ya bu senin nene gerek...

Topraklar ülkesinde yeşil yaprakların arasında, canı pek bir kıymetli çıtkırıldım çilek varmış. Bütün ailesi gibi toprağın üstünde yaşarmış gerçi o yere bu kadar yakın olmaktan hoşlanmıyor, ha bire söyleniyormuş ya neyse zaten onun gözü yükseklerdeymiş. '' Neden kirazlar ağaçların arasında yaşıyor da, ben yerlerde sürünüyorum, kayısıdan ne eksiğim var benim, ben toprağın üstündeyim ?'' Diye söylenir durur, hayatından hiç memnun olmazmış. Bizimki toprağa dokunmamak için uğraşır, bir rüzgar esse toz gözüne kaçacak diye telaşlanırmış, o yüzdende onu çıtkırıldım çilek diye tanırlarmış.

Günlerden bir gün, yakınlarındaki kiraz ağacının tepesinde iki tane çocuk görmüşler. Çocuklar ağaçtaki kirazları koparıp yiyorlarmış ama ağacın üstünde o kadar çok kiraz varmış ki, yarısını yiyorlar yarısını yerlere atıyorlarmış, bir çok kiraz ziyan oluyormuş ve kirazlar buna çok üzülüyorlarmış. Çilek ailesi, çocuklar onları da farkedecek diye öyle korkmuşlar ki, o küçücük kalpleri güm güm atıyormuş, Çıtkırıldım çilek üstünü kirlettiğini düşünen toprağın altına saklanıyormuş neredeyse.

O sırada çocuklardan biri hoop atlamış ağaçtan ve bizim çileklere doğru koşmaya başlamış. Çıtkırıldım çilek ve bütün aile nefeslerini tutmuşlar adeta, onlara doğru koşan çocuk, üstlerinden atlayıp, koşmaya devam etmiş ve o yaramazlar bizim çilekleri görmemişler, oradan geçip gitmişler. Çocukların uzaklaştıklarını gören Çilek ailesi, derin bir nefes almış ve Çıtkırıldım da toprağın altından çıkmış.O günden sonra mı ? Bizim çıtkırıldım hiç şikayet etmemiş. Evet evet, biz de hayret ettik ama sanırım o dersini çoktan almış ve o gün yaşadığı korku ona yetmiş.

O kadar naz gereksiz,fazla naza ne gerek ,
Gördünüz örneğimiz bizim çıtkırıldım çilek.
Haydi şimdi koşalım, yaramaz çocuklar yok,
Koşalım ve coşalım, güzel çocuklar pek çok.

Çirkin Kız Masalı


Bir varmış, bir yokmuş,

Allah’ın kulu mısır tanesinden çokmuş.

Yeşil olmalı, al olmalı, masallar masal olmalı.

Her masalda bir ibret var, Gerçeğe misal olmalı.

Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı.

Ben diyeyim uzakta, siz deyin yakında, Gülşen ve Nurşen adında iki kız kardeş yaşarmış. Bu kişi kardeşmiş ama Patlıcan ile soğan kadar bile birbirlerine benzemezlermiş. Gülşen çok güzel, Nurşen de çok çirkinmiş.

İkisini yan yana görenler kardeş olduğuna inanmazlar, Gülşen’e bakıp; “Ne kadar güzel bir kız!” der ve övgüler yağdırırken, Nurşen’e bakıp;”Bu da kardeşimi? Hiç ablasına benzemiyor, pek çirkin.” Derlermiş.

Nurşen bu duruma çok üzülüyormuş. Güzel olmayı elbet o da çok istermiş, fakat elinden bir şey gelmezmiş. Gülşen, güzel olduğu için çok kibirlenirmiş. Kardeşine kızdığı zamanlarda çirkinliği ile alay edermiş hep.

Yine böyle bir gün zavallı kardeşiyle alay etmiş. Nurşen ağlayarak evden çıkmış, Ormana doğru koşmaya başlamış. Ormanda da uzun süre koşmuş. Yorgunluktan bitkin bir hale düştükten sonra durup etrafına bakmış. Hiç görmediği bir yermiş burası. Evlerine dönmeyi istemiş ama yolu bulamamış. Ormanda kaybolduğunu anlayınca korkarak geceyi geçireceği bir yer aramaya başlamış. Bir de bakmış ki karşısında süslü, çok güzel bir kulübe duruyor. Sevinçle kapısını çalmış. Kapıyı dünyalar güzeli bir kız açmış. Nurşen hayranlıkla ona bakarak;

—Affedersiniz, ormanda yolumu kaybettim, geceyi burada geçirebilirliyim? Diye sormuş.

—Hayır, diyerek kapıyı yüzüne kapatmış güzel kız.

Nurşen çaresizlikle ne yapacağını düşünürken kapı tekrar açılmış.

Güzel kız;

—Eğer elinden iş gelirse, temizlik ve yemek yaparsan kalabilirsin, demiş.

Nurşen çaresiz;

—Yaparım, demiş. İçeri girmiş.

Kız, Nurşen’in dinlenmesine fırsat vermeden önüne kova ile süpürge koymuş. Nurşen pislikten berbat olan kulübeyi pırıl pırıl temizlemiş. Sonrada bir güzel yemek yapmış. Bütün işleri bitirdiğinde güzel kız, ona yaptığı yemeklerden vermeyerek sadece kuru bir dilim ekmek vermiş.

Güzel kız bütün bir gecede asık bir yüzle “Yalnızlıktan sıkıldım,” Deyip durmuş. Onun bu halini görmek istemeyen Nurşen ertesi sabah erkenden kulübeden ayrılmış. Akşama kadar ormanda dolaşmış. Hava kararmaya başladığında çaresizlikle etrafa bakınırken başka bir kulübe görmüş. Kulübenin üzeri pek çok kuşla doluymuş. Hemen kapıyı çalmış. Çirkin bir kız açmış kapıyı.

Nurşen içinden “Bu da benim gibi çirkin.” Diye düşünürken;

—Af edersiniz, ormanda yolumu kaybettim, geceyi burada geçirebilirliyim? Diye sormuş.

—Tabi çok memnun olurum demiş kız; Onu içeriye almış.

İçeride bir aslan, bir kaplan, bir ayı ve bir yılan varmış. Dostlarım dediği hayvanlarla Nurşen’i tanıştırmış. Çirkin kız Nurşen’in önüne çeşit çeşit yiyecekler koymuş. İyiliksever kızın adı Zülfiye’ymiş. Nurşen, Zulfiye’ye ormandaki güzel kızdan söz etmiş.

—O benim kız kardeşim, demiş Zülfiye. Biz vezirin kızlarıydık. Kardeşim büyük bir hata yaptı, hatası anlaşılınca da suçunu bana yüklemeye çalıştı. Padişah kızdı ve ikimiz ide cezalandırdı. Bir süre ormanda yalnız yaşamamıza karar verdi.

Nurşen;

—Geçekten çok üzüldüm bu olanlara demiş.

—Hayır, üzülme diye yanıtlamış kız. Ben ormanda çok mutluyum. Benim burada hayvan arkadaşlarım var ve onları çok seviyorum, deyip gülümsemiş sonra.

Nurşen gece rahat bir uyku uyumuş. Sabah uyandığında kulübeye başka hayvanlarda gelmiş. Zulfiye, sevgi ve şefkatle yaralı bir tavşanın ayağını sarıyormuş. Nurşen, Zülfiye’ye baktığında onun çok güzel olduğunu düşünmüş bir an. Oysa ilk gördüğünde onu çirkin bulduğunu hatırlayınca şaşırmış. Birden kuşlar gibi hafiflemiş. Nurşen; “Güzelliğin sırrını buldum.” Diye koşarak Zülfiye’nin boynuna sarılmış ve ona teşekkür etmiş. Birkaç gün daha kulübede kaldıktan sonra Zülfiye’nin arkadaşı güvercinin yardımıyla evine dönmüş. Nurşen çok mutluymuş.

O günden sonra Nurşen kimsenin ona çirkin demesine aldırış etmemiş. Onu tanıyanlar o nu daha çok sevmeye başlamışlar. Gülşen de kardeşiyle alay ettiğinde, kardeşini artık neden kendisine kızmadığını hep merak etmiş.

Çirkin Ördek Yavrusu Masalı


Çalıların içinde bir ördek kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış. "Artık çiftliğe dönüp oradikelere yeni ailemi gösterebilirim!" diye düşünmüş. Hepsi tam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış. "Yo, olamaz!" demiş yumurtalardan birinin henüz çatlamamış oludğuun görünce. O sırada oradan geçen bir ördek, "Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var," demiş. "Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır." "Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam," demiş anne ördek ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş.

Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş. "Neyse ki diğer yavrularım güzel," diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş. "Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor," demiş anne ördek kendi kendine. "Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur." Ne yazık ki tam tersi olmuş. Çirkin Ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeik hayvanlar onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep 'Çirkin Ördek' diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, "Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak," diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş.

Çirkin Ördek bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler. Çirkin Ördek yapayalnız ortada kalmış. Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. "Çirkin olduğum için kaçıyorlar," demiş kendi kendine. Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, "Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?" diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış.

Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü Çirkin Ördek'in tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar. "Bekleyin beni!" diye seslenmiş Çirkin Ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin Ördek sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi önmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş. Kış pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin Ördek birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş bahar gelmiş ve Çirkin Ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil çok daha yüksekte, gökyüzünde. Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, "Aşağı iniyorum," diye kararını vermiş."Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim."

Böylece dereye, suyun üzerine inmiş. Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek'i görünce hemen annelerine, "Anne bak!" demişler. "Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!" Çirkin Ördek çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. "İsterseniz siz de Çirkin Ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!" demiş içinden. Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış. "Merhaba!" demişler diğer kuğular. "Hoşgeldin." Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, "Ne kadar güzelsin," diyorlarmış sanki. Çirkin Ördek, "Demek ben Çirkin Ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!" diyerek sevinçle çırpmaya başlamış kanatlarını.

Çizmeli Kedi Masalı


Bir zamanlar, üç oğlu olan bir değirmenci varmış. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi miras kalmış. Küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş.

“Kedi ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yiyemezsin bile.” Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş. “Kötü bir mirasa sahip olmadığınızı göreceksiniz efendim. Bana boş bir çuval ve bir çift de çizme verirseniz, neye yarayacağımı görürsünüz.”

Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin istediklerini yapmış. Kedi çizmeleri giyince ayna karşısına geçmiş ve kendini pek beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla güzel bir havuç seçip ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına saklanmış. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına gelmiş, zıplayıp içine atlamış. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkı sıkı bağlamış.

Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmek yerine doğruca saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıktığında yere eğilerek, “Yüce Efendimiz, size Efendim Marki’den bir hediye getirdim,” demiş. Bu hediye Kral’ın çok hoşuna gitmiş.

Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yolunu gözler olmuş. Derken Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün nihayet gelmiş çatmış. “Bana sakın neden diye sormayın ve bu sabah ırmağa gidip yıkanın,” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğini biliyormuş.

O sabah, Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi telaşla yanlarına yaklaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.

Fakat Çizmeli Kedi bununla da kalmamış. Kral’a, efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldıklarını söylemiş. (Oysa Çizmeli Kedi, efendisinin elbiselerini çalıların arkasına kendisi gizlemiş!) Kral, hiç gecikmeden Marki’ye bir takım elbise yollamış. Tahmin edeceğiniz gibi Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine çok şaşırmış, ama akıllılık edip hiç sesini çıkarmamış.

Marki güzelce gyidirildikten sonra Kral onu gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık olmuş.

O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan uzaklaşmış. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral bu yöne doğru geliyor. Size bu tarlaların kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa sizi dilim dilim doğrattırırım!”
Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynı şeyi onlara da söylemiş. Sonra tekrar koşmuş ve her rastgeldiği insana aynı şeyleri tekrarlamış. Derken Dev’in şatosuna varmış.

Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, “Bu tarlalar kime ait?” diye soruyormuş. Her defasında da aynı cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. (Çizmeli Kedi’nin sahibi de öyle!) O sırada Çizmeli Kedi Dev’in şatosunda başka bir işler çevirmekle meşgulmüş. “Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, doğru mu?”
“Öyle diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev alçakgönüllülükle.

“Örneğin, istersen hemen bir aslana dönüşebildiğini söylüyorlar,” demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslana dönüştürüvermiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine zor atmış. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. “Mükemmel!” demiş Çizmeli Kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi cüsseli biri için imkânsız olmalı!”

“İmkânsız mı?” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım şey yoktur!” Dev bir anda fareye dönüşmüş, Çizmeli Kedi de onu hemen yutmuş. Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.” (Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa hazır bekliyormuş!”)

O gün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da evlenmişler. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış – ara sıra avlamış, o da kedi olduğunu unutmamak için.

Deve ile Fare Masalı


Bir gün minik bir fare yolda gördü bir deve; Semerini çıkarmış, yemini geve geve, Sahibi yokmuş gibi amaçsız yürüyordu,İpi nasılsa düşmüş, yerde sürünüyordu.Küçük fare durumdan hemen görev çıkardı.Biraz sonra ağzında deve yuları vardı. Fare biraz yürüdü, ip bir hayli gerildi Deve de uysal hayvan, o tarafa yöneldi. Fare buna sevindi; dahası, kurumlandı;Gördüğü itaatı kendi gücünden sandı.“Meğer ne yiğitmişim, ne kadar da kahraman;Var mı acep dünyada benim gibi pehlivan !”Farenin yedeğinde kos kocaman bir deve,Bir hayli yol aldılar geçerek ova tepe. Derken küçük bir dere çıktı karşılarına
Farecik durdu kaldı, kalbini aldı tasa. “Ne oldu” dedi deve, “çok iyi gidiyordun;”
Güçlü ve akıllıydın, ustaca güdüyordun ?Sen ki beni dağlardan, tepelerden aşırdın;
Ne için durakladın, niye böyle şaşırdın ?Hani benim güdücüm, güçlü kılavuzumdun ?;
Haydi, durup düşünme kara kara, upuzun. Yiğit ol da gir suya, dereden geçir beni;
Çok iyi kılavuzdun, göster marifetini.” “Arkadaş !” dedi fare, “bu su engin bir deniz;”
Hem de bir hayli derin, yok ki dibinden bir iz. Saklayacak bir şey yok, canımdan korkuyorum.Ben bu suyu geçemem, girersem boğulurum.”“Bir bakalım” diyerek şu bizim uysal deve,Bir iki adım attı, gitti, girdi dereye.“Baksana korkak fare, hiç de değilmiş derin; Buncacık su için mi bunca koyu kederin ?Bak o kadar az ki su, dizimden de aşağı;
Boşuna eritmişsin yüreğindeki yağı !”Fare dedi : “bu dere sana göre karınca,
Ama benim gözümde koskoca bir ejderha !”“Dizden dize çok fark var; sana diz boyu ancak,Ama benim boyumu metrelerce aşacak.”Deve dedi : “Ey ahmak, madem farkettin farkı,Artık kendine gel de bitsin artık bu şarkı.Terbiyesizlik etme, yakma kendi canını,
Boyuna bosuna bak, kendini iyi tanı. Elini yıkamadan hamur açmaya bakma;
Ticareti bilmeden dükkân açmaya kalkma.Kendi denginle yaşa, kendi denginle uğraş;
Kedi isen kediyle, itsen itlerle dalaş.Kul isen kulluğu bil, sultanlığa yeltenme,
Denizi görmemişken kaptanlığa özenme.Boyunu aşan işe haddini bil, bulaşma,
Sorumlu olmadığın işlerle de uğraşma.

Ciğer Masalı


Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde deve tellal, pire berberken, biz patates çocukları soğan tarlasında lahanalarla kavga ederken, domatesle patlıcan bizi ayırmış, turp lafa karışmış.

İşte tam o sırada kadının biri kızına birkaç kuruş verip,” git bana çarşıdan bir ciğer al, sonrada ciğeri gölde yıkayıp bana getir” demiş. Kız gidip ciğeri almış, göl kenarına gelip yıkamış, tam o sırada bir çaylak, ciğeri alıp kaçmış. Kız çaylağın arkasından “çaylak o ciğeri bana getir, anam da beni dövmesin” diye bağırmış. Çaylak “ sen bana arpa getir, ben de sana ciğeri vereyim, demiş.

Kız oradan kalkıp, tarlaya gitmiş.1 Tarla bana arpa ver, ben çaylağa götüreyim, çaylak bana ciğer versin anama götüreyim” diye seslenmiş.
Tarla da “ Allah’a dua et, bana yağmur versin, ben de sana arpa vereyim” demiş.

Kız dua etmeye başlamış “Allah’ım bana yağmur ver, ben tarlaya vereyim, tarla bana arpa versin, ben çaylağa vereyim, çaylak bana ciğeri versin de anama götüreyim.
Oradan geçen biri kızın yanına sokulup, “Dua ederken elini yüzünü iyice yıka, bunun içinde git sabun al aktardan” demiş. Kız aktara gitmiş “akar bana sabun ver, ben Allah’a dua ederken elimi yüzümü temizleyeyim, yağmur yağsın, ben tarlaya dökeyim, tarla bana arpa versin, çaylağa götüreyim” demiş. Aktar kız bakmış, “iyi ama sen bana bir kundura getirirsen, sana sabun veririm, demiş.

Kız kunduracıya gitmiş. Kunduracı da, sen bana öküz postu getir, sana kundura vereyim demiş. Kız oradan kalkıp dericiye gitmiş. “derici bana deri ver, kunduracıya vereyim, kunduracı bana kundura versin, ben aktara gideyim, aktar bana sabun versin, elimi yüzümü yıkayıp Allah’a dua edeyim “Allah’ım bana yağmur versin ben tarlaya vereyim, tarla bana arpa versin, ben çaylağa vereyim, çaylak bana ciğeri versin de anama götüreyim.

Derici de, “olur demiş, sen bana öküz postu getir, ben sana deri vereyim demiş. Kız bir öküze gitmiş, “öküz bana post ver, ben dericiye vereyim, derici bana deri versin, kunduracıya vereyim. Kunduracı bana kundura versin, ben aktara gideyim, aktar bana sabun versin, elimi yüzümü yıkayıp Allah’a dua edeyim “Allah’ım bana yağmur versin ben tarlaya vereyim, tarla bana arpa versin, ben çaylağa vereyim, çaylak bana ciğeri versin de anama götüreyim.

Öküz, sen bana saman getir ben sana post vereyim demiş... Kız samanı bulmuş öküze vermiş, öküz ona post vermiş, kız o postu alıp dericiye gitmiş, dericiden kundura için deri almış, deriyi kunduracıya vermiş. Kundurayı alıp aktara götürmüş oradan sabun alıp elini yüzünü temizleyip dua etmeye başlamış, yağmur yağmış, tarla yağmurdan sonraki ekinlerinden arpa vermiş, çaylağa götürmüş, çaylaktan da ciğerini almış. Anasına götürmüş. Anası ciğeri bir güzel yemiş.

Kırk oktan, kırk saptan, yakası karpuz kabuğundan, düğmesi turptan, atlar yarışmış taylara karışmış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...

Canoğlanın Hazinesi Masalı


Köyün birinde Canoğlan adında çok akıllı bir çocuk yaşarmış. Şu koskoca dünyada Canoğlan’ın annesinden başka kimsesi yokmuş. Çok fakir olduklarından Canoğlan, çobanlık yapar, üç beş kuruş kazanırmış. Annesi de bahçede sebze yetiştirerek ancak karınlarını doyururlarmış.

O yıl Canoğlan okula başlamış. Bütün derslerde çok başarılıymış. Sene sonunda şehirde bir sınav yapılmış. Öğretmeni Canoğlanı da götürmüş sınava. Yüzlerce çocuğun katıldığı sınavda Canoğlan birinci olmuş. Canoğlan öğretmeni ile şehre gitmiş. Köydeki arkadaşları ise Canoğlan’ın aldığı ödülü görmek için merakla onu bekliyorlarmış. Canoğlan köye elinde küçük bir çantayla dönmüş. Aldığı ödül çantanın içindeymiş. Fakat Canoğlan annesi dışında kimseye aldığı ödülü göstermemiş.

Canoğlan çantayı hiç yanından ayırmadığı gibi içinde ne olduğunu da kimselere söylemiyormuş. Herkesi almış bir merak. Eğer insanlar meraktan çatlasalarmış bu köydeki çocuklar da kesinlikle çatlarmış. Köyde ne zaman birkaç çocuk bir araya gelse, Canoğlan’ın çantasıyla ilgili konuşurlarmış.

Bir gün üç çocuk bir araya gelmiş. Birisi:

-Bence o çantada altın var, demiş.
Diğeri:
-Bence para vardır, demiş.
Başka bir çocuk:
-Bence hazine var hazine, demiş.
İlk konuşan çocuk:
-Çok değerli olduğu kesin, baksanıza yanından hiç ayırmıyor, demiş.

Çocuklar arasında köyde bunun gibi konuşmalar sürüp gidiyormuş.

Çocuklar bir gün Canoğlan’a tuzak kurmuşlar. Hep birlikte oyun oynarken iki çocuk onu tutmuş. Başka bir çocuk da çantasını elinden çekip almış. Canoğlan çantasını almak istemiş ama çocukların elinden kurtulamamış. Çocuklar çantayı açmışlar içinde ne varsa yere dökmüşler. Merak içinde çantadan dökülenlere bakıyorlarmış. Çantadan bir diş fırçası, bir sabun, bir tırnak makası ve bir tane de havlu düşmüş. Çocuklar şaşırmışlar. Çantanın içinde başka bir şey kalmış mı diye iyice bakmışlar; ama başka bir şey bulamamışlar. Şaşırıp kalmışlar. Çocuklardan biri,

-Ödülü nereye sakladın, altınlar nerede? diye sormuş.
Canoğlan onu tutan çocuğun elinden kurtulmuş. Yere dökülenleri çabucak toplayıp çantaya doldurmuş.
-Bu yaptığınız çok ayıp, utanmalısınız, diye bağırmış.
Çantayı kapan çocuk,
-Ödül nerede ödül? Sen onu söyle, demiş.
Canoğlan:
-Ödül bunlar işte, başka bir şey yok ki, demiş.
Çocuğun biri:
-Böyle ödül mü olur! Değerli bir şey vermediler mi? diye sormuş.
Canoğlan bu soruya şaşırmış.
-Bunlar zaten çok değerli, başka ne vermeleri gerekiyordu ki? diye sormuş.
Başka bir çocuk:
-Para olabilir, altın olabilir, böyle hediye mi olurmuş? demiş.
Çantayı kapan çocuk:
-Madem kıymetli bir şey yoktu da neden sakladın, hiç kimseye içindekileri göstermedin? diye sormuş.
Canoğlan şaşırmış.
-Neden kıymetsiz olsun, bunlar benim için çok kıymetli, demiş.
Sonra diş fırçasını eline alarak onlara anlatmaya başlamış.
-Baksanıza ne kadar süslü. Üzerinde resimler var. Sizin diş fırçanız olduğu için diş fırçası size değersiz gelebilir. Biliyorsunuz ben fakir bir çocuğum. Benim hiç diş fırçam olmadı. Hep inci gibi tertemiz dişlerim olsun istedim ama hiçbir zaman dişlerimi pırıp pırıl temizleyemedim. Annemin dişlerinin çoğu yok, çürüdükleri için dökülmüşler. Ben de dişlerim öyle olacak diye üzülüyordum. O yüzden diş fırçası hediye edilmesine çok sevindim.

Çocuklardan biri:
-Benim fırçam var ama hiç dişlerimi fırçalamıyorum, demiş.

Canoğlan:
-Bir kaç yıl sonra dişlerin çürür, ağrımaya başlar sonra da tek tek dökülür, demiş. Ben her gün dişlerimi günde iki kez mutlaka fırçalıyorum. Hem de tertemiz olana kadar.
Canoğlan daha sonra sabunu eline alarak anlatmaya devam etmiş.
-Ben bu sabun için de çok sevindim. Siz de bilirsiniz, sağlığımızın en büyük düşmanı kirli ellerdir. Mikroplar ağzımıza kirli ellerimizle girer. Her yemekten önce ve sonra ellerimi mutlaka sabunluyorum.
Canoğlan daha sonra tırnak makasını almış eline.

-Tırnaklarımızın içine bir sürü mikrop doluyor. Tırnaklarım uzar uzamaz kesiyorum, demiş.
Sonra havluyu göstermiş.

-Artık kendime ait bir havlum var. Yıkayınca ellerimi onunla kuruluyorum.

Çocuklar dikkatle dinliyorlarmış Canoğlan’ı.

Çocuğun biri:
-Neden sakladın kimseye göstermedin, diye sormuş.

Canoğlan:
-Çünkü bunların herkesin kendine ait olması gerekir, demiş. Bir diş fırçasını iki kişi kullanamaz ki. Süslü ya... Biri gizlice alır kullanır diye korktum. Sabunumu dereye götürüp çamaşır yıkayıp eritmesinler diye sakladım. Biliyorsunuz köyde bunlar her zaman bulunmuyor.

Çocuklardan biri demiş ki,
-Ben diş fırçası yerine altınım olsun isterdim.
Canoğlan arkadaşının sözlerine katılmamış.
-Bir çuval altınım olsa, her gün kırk çeşit yemek yesem ne olacak? demiş. Çiğneyip tadını alamadıktan, eveleyip geveleyip yuttuktan sonra. Yemeği ne yapayım; altını, gümüşü ne yapayım. Ben bir dişimi bir çuval altına değişmem. Onun için diş fırçam benim için hazineden daha kıymetli. Sabun, diş fırçası, tırnak makası ve havlu da sağlığım için gerekli. Bunlar benim hazinelerim.

Çocuklar bu sözler üzerine düşünüp taşınmışlar, Canoğlan’a hak vermişler. Hepsi dişlerini fırçalamak için evlerine koşmuş. Tabi önce eve girer girmez ellerini sabunlamış sonra dişlerini fırçalamışlar. Canoğlan da hazinelerini alıp evine gitmiş. Darısı hazinesi olmayanların başına...

Bremen Mızıkacıları Masalı



Bir zamanlar yaşlı ve yorgun bir eşek varmış. Sahibinin onu artık daha fazla beslemek istemediği ortaya çıkmış. ” En iyisi buralardan gitmek ” diye düşünmüş eşek. “Bremen’de şarkıcılık yaparım. Bazıları anırmamı pek bir beğenirdi zaten.”

Böylece bir sabah erkenden yola çıkmış. Bir süre yürüdükten sonra iki büklüm bir köpekle karşılaşmış. “Artık sahibime avda yardımcı olamayacak kadar yaşlandım,” demiş köpek eşeğe. ” Sahibimde artık beni beslemiyor.” Eşek gülmüş. ” Benimle Bremen’e gelsene şarkıcı oluruz,” demiş.

Yola koyulmuşlar.Çok geçmeden bir damın üzerinde üzgün oturan bir kedi görmüşler. ” Çok yaşlandım, fareler bile dalga geçiyorlar, ” demiş kedi. “Sen de bizimle gel” demiş eşek. “Sesin hala güçlü çıkıyor, şarkı söyleriz Bremen’de.”

Bağıra bağıra şarkılar söyleyerek yola devam etmişler. Bir çiftlik evinin yakınlarından geçerken kendi seslerinden yüksek bir sesle irkilmişler. ” Kuk-ku-ri-kuuuuuuuuu!…Sonum geldi!” diyormuş iri bir horoz. Sonra eşek, köpek ve kediye yana yakıla anlatmış: ” Bu akşam sahibimin konukları gelecek. Öyle hissediyorum ki beni pişirip yiyecekler.” Eşek “Endişelenme, seninki gibi bir ses bize çok şey katar. Haydi gel şarkıcı olalım,” demiş.



Akşam olduğunda hepsi çok yorulmuş. Bir şeyler yemek ve uyumak istiyorlarmış. İlerde penceresinden ışık süzülen bir kulübe görmüşler. Horoz uçup pencereden içeri bakmış. “Dört soyguncu görüyorum, nefis bir sofranın başındalar,” demiş. “Bir planım var,” demiş eşek. Birbirlerinin sırtına tırmanmışlar. En altta eşek, sonra köpek, onun üstünde kedi ve nihayet en tepede de horoz. Pencere yaklaşıp çıkarabilecekleri en yüksek sesle bağırmaya başlamışlar. “İmdaaaaaat! Bu bir hayalet!” demiş soygunculardan birisi. ” “Bence bir canavar!” demiş ötekisi. ” Bence cadılar bastı! ” demiş öteki. ” Annemi istiyorum,” demiş sonuncusu. Bir kaç dakika sonra dört şarkıcımız soygunculardan kalan sofradaymışlar.

Geceleyin onlar uyurken soyguncular geri gelmişler. Ama hayvanlar hazırlıklıymış. Soyguncular içeri girer girmez, eşek “Şimdi” demiş ve saldırıya geçmişler. Soyguncular bir daha hiç dönmemecesine kaçmışlar oradan. Şarkıcılarımız da bu sevimli küçük kulübeye yerleşmişler. Bremen’e gitmeyi de bir süre ertelemişler, ama her gün şarkı söylemeyi unutmuyorlarmış.Eğer bir gün onları dinleme şansınız olursa, Bremen sakinlerinin ne büyük bir tehlike atlattıklarını anlamanız güç olmaz.

Benekli Kelebek Masalı


Benekli kelebek, kendini dünyanın en güzel kelebeği sanıyordu. Hatta kendisinden güzel hiç kimsenin olmadığını düşünmeye başlamıştı.bu sadece kelebeklerle ilgili bir şey değildi, dünyanın en güzel canlısı oydu işte. Son günlerde eline bir ayna almış “ Ayna.. ah ayna, ne güzelim di mi anma 2 diyerek uçuyordu.

Çevresindeki bütün kelebeklerle küsmüş, kendisine ayrı bir dünya kurmuştu. Arkadaşları ve ailesi onunla konuşmak istiyor ama o her seferinde burnunu havaya kaldırıp, “ Sizinle konuşmam imkansız” diyerek uçup gidiyordu.Kendi başına kalmış, tek dostu aynası olmuştu artık.

İlk aldığı ayna küçük gelmeye başlamış, şimdilerde başka bir aynaya bakar olmuştu.Bu ayna biraz daha büyüktü ve beneklinin kanatlarını daha güzel gösteriyordu. Ama bizim beneklinin çok büyük bir hatası vardı. Aynadaki benekli kelebeğe bakmaktan,önüne, arkasına bakmaz olmuştu. Bir gün daha kötü bir şey oldu, bizim kelebek aynasına bakmaya daldı yine ve gözünün önündeki kocaman ağacı görmedi aynasıyla birlikte ağacın dallarına çarptı. Öyle hızlı çarptı ki,” küüt” diye bir ses yayıldı ormana. Kafasında kocaman bir şiş ve kanatlarındaki yara berelerle evine döndü. Yürürken kırık aynasına bakıyordu, şişmiş olan kafası gerçekten çok kötü görünüyordu.


Bay ve Bayan Semizotu Masalı


Salatası sevilir
Yemeği de yenilir,
Semizotu denilir
Vitamini bilinir.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berbermiş bu masalın içinde. Pire berberlik yaparmış ya boyu pek kısaymış makası tutamazmış, yanına adam alıp onu çalıştırırmış, bunu duyan develer saçlarını kestirmiş, pirelerin yanında hepsi yere devrilmiş. Babaları koşturmuş hepsini eve almış, anneleri ne yapsa bir çözüm bulamamış.
Bay ve bayan semizotu çok uzak bir ülkede kendi hallerinde yaşar giderlermiş, ikisi de çok titiz çok temizlermiş, bayan semizotu evlerini günde en az on kere süpürür, bay semizotu da bayan semizotuna yardım edermiş ve her gün birkaç kez yapraklarını yıkarlar en ufak bir tozun üstlerine konmasına izin vermezlermiş. Onların tek derdi günlerden bir gün insanların yemek yediği bir sofrada semizotu salatası ya da yemek olmakmış.

O gün yine sabah erkenden kalkmışlar, bayan semizotu günlük temizliklerini yapmış, bay semizotu markete gitmiş, geri döndüğünde kapılarının önünde kocaman bir kamyonun durduğunu görmüş. Bayan semizotu uzaktan ona el sallayıp sevinçle bağırıyormuş, bay semizotu hızlı adımlarla kapıya kadar gelmiş birde ne görsün, kapıdaki o arabanın içi sebzeler ve meyveler dolu değil mi? "Yaşasın!" diye bağırmış elindeki poşetleri sağa sola atmış, işte sonunda onları da almaya gelmişler.

Bay ve bayan semizotu bavullarını alelacele toplayıp kamyona atlamışlar, yan komşuları marullar, mısırlar, suyun diğer tarafındaki maydanozlar hep arabanın içindelermiş onlarla sohbet ederek şehir merkezine kadar gelmişler, orada bütün sebze ve meyveler arabadan indirilmişler, güzel tezgâhlara dizmişler onları. Bay ve bayan semizotu elele tutuşmuşlar ve kendilerini alacak olan aileyi beklemeye başlamışlar. Tezgâhtan ilkönce domatesler gitmiş, yan komşuları maydanozlarıda bir çocuk almış sonra limonlar ve tezgâhtaki taze soğanlar gitmiş.
Birkaç saat sonra aynı kendileri gibi bir bay ve bir bayan çıkagelmiş, onları tezgâhın üzerinden alıp ellerindeki çantanın içine koymuşlar. Onlar akşama nasıl semizotu salatası yapacaklarını konuşurlarken, bay ve bayan semizotu mutlu mutlu onları dinliyorlarmış.

Mutlu olmak ne güzel, Masal da mutluluktur.
Ders alırsan ne güzel, Hadi mutlu ol yeter.
Semizotu güzeldir haydi annene söyle,
Pişirsin güzelce, sen de afiyetle ye.

Balon Hikayesi



Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizliyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca, dedi. Biliyormusun benim hiç balonum olmadı.
Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.

Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve
yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.

Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından
diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek:

-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..

Balıkçı Dedenin Oğlu Masalı


Bir varanın, bir sürenin, zaman zamanda iken, kalbur samanda iken, sucu tellal keçi berber iken, tavşan bize çırak iken ben on beş yaşımda çocuk iken, , samanlık tepesinde çelik çomak oynardım. Öteden doğru dedem geldi: oğlum müjde, baban dünyaya geldi dedi. Samanlık saçağından kendimi attım yere. Sonra eve gittim anam verdi babamı elime. Salla dedi beşiği salladım da salladım. Ben beşiği tıngır mıngır sallarken, elimden beşik kurtuldu. Babam vırak vırak başladı ağlamaya. Anam vurdu bana bir oklava…

Bir varmış, bir yokmuş, vaktin birinde bir balıkçı dede yaşarmış. Bu dedenin gözleri günün birinde kör olmuş. Bunun on iki yaşında bir çocuğu ile bir karısı varmış. Bu kadın, kocası balıkçı dedeye, ”Adam “demiş “çocuk okula gitsin, ben de çamaşır yıkar, çalışır size bakarım.

Bununu üzerine çocuk okula gitmeye başlamış. Aradan geçen altı yıl boyunca hep kadın çalışmış, evi geçindirmiş. Çocuk 18 yaşına gelince annesine, ”Ana” demiş. “Babamın zanaatı nedir? O da “ahh demiş, senin babanın yüzünden kırk yıldır yanıp kavruluyorum. Un buldumsa tuz bulamadım, tuz buldumsa, un bulamadım. Yazık ki 6 yıldır ellerin işini görüyorum. Yoksa sen de babanın zanaatına mı gireceksin?

Çocuk ”Yok” demiş ”ben sadece babamın ne iş yaptığını öğrenmek için sordum” Kadın” tavan arasına çık da bak, demiş. Kapının arkasındaki şeyleri görünce babanın ne iş yaptığını anlarsın.

Çocuk tavan arasına çıkınca kapının arkasında bir serpme le zembil bulmuş. Bunları anası görmeden saçaktan aşağıya atmış. Kendisi de tavan arasından inip, anasına” ben babamın zanaatını istemem” dedikten sonra evden çıkmış. Dışarıya attığı serpme ve zembili alarak Tuna kıyısında balık avlamaya gitmiş. O gün akşama kadar sekiz okka balık tutmuş, bunları satarak parasıyla un almış, mum almış, iki paralık da kıyma alıp annesine getirmiş. Kadın sevinmiş, çocuk beş altı ay balık tutup anasını güzelce beslemiş.

Günün birinde memleketin padişahı tellal bağırtıp, saray kadınlarının hamama gideceğini, kimsenin sokağa çıkmaması gerektiğini duyurmuş. O gün dükkânlar açılmamış, kimseler sokağa çıkmamış. Fakat bizim çocuk, tenha yollardan dolaşıp Tuna kıyılarına inmiş ve balık tutmuş yine. Eve dönerken, kadınlar yolda çocuğa rast gelmişler. Padişahın kızı” bu ne laf anlamaz adamdır! Kimse sokağa çıkmasın diyen babamı bile dinlemiyor” diye kızmış.

Çocuk kızın sözlerini duyunca, “Ey hanım sultan, sen seni bilirsin, ben beni. Her ateş düştüğü yeri yakar, benim doksan yaşında bir babam, 80 yaşında bir anam var. Bugün balığa gitmeseydim onlar aç kalırlar, susuz kalırlar, kahvesiz, tütünsüz kalırlardı. Kız bunun işitince oğlana,” Sen bu balıkları satacak mısın, yoksa yiyecek misin? demiş. Oğlan “size söyledim ya demiş, bunları satıp anama, babama nafaka götüreceğim. Kız oğlanı saraya götürmüş, balıklarını elinden almış götürüp mutfağa bırakmış. Zembilin içine bir okka altın koyup çocuğa vermiş. “ Haydi, git demiş, tuttuğun balıkları her gün buraya getir, sana bir okka altın veririm.

Uzatmayalım, çocuk her gün tuttuğu balıkları saraya götürmüş, bir süre sonra çuvallarla altını olmuş. “Artık kazanacağım kadar kazandım, niye balık tutayım diye düşünüp, balıkçılığı bırakmış. Padişahın kızı, oğlanın artık saraya gelmediğini görünce, merak etmeye başlamış, günden güne sararmış, solmuş, yataklara düşmüş. Onun derdini hiç kimseler anlamamış. Kız artık büsbütün dermansız kalmış, Padişah kime sorduysa kızının derdini bilen olmamış.

En sonunda bir gün, cariyelerden biri kızın bir yandan ağlayıp, bir yandan konuştuğunu duyup, kulak vermiş ve duyduklarını padişaha anlatmış. Padişah kızının gizli derdini öğrendiği için çok memnunmuş. Padişah, balıkçı dedeyi huzuruna çağırıp, olan biteni anlatmış. Oğlunu damat olarak almak istediklerini söylemiş. Balıkçı dede “Kız da senin, oğlan da senin demesi üzerine düğün hazırlıkları başlamış. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.

Onlar ermiş muradına, biz de erelim. Gökten üç elma düşmüş, biri söyleyene, biri yazana, biri de dinleyenin başına.

Aslanın Siniri Masalı


Uzakta bir ormanda, yeşillikler içinde yaşayan hayvanlar varmış. Dostluk içinde yaşayıp giderlermiş. Zaten, hayattaki tek dertleri de yemek yemekmiş.Kurt, çakal ve karga aslanın yanında dolaşır, onun yiyeceklerinin artıklarıylada idare ederlermiş. O yüzden ormanlar kralı aslan onlar için ayrı bir kıymet taşıyormuş.

Günlerden bir gün başından büyük bir hastalık geçmiş olan bir devede aslanın himayesine girmiş.Aslan onu çok sevmiş, artan yiyevceklerinden ona da vermiş. Devede:

- İyileştiğim zaman ben de size hizmet edeceğim emin olabilirsiniz diyerek, iyi dileklerini bildirmiş.

Birkaç hafta sonra deve iyileşmiş.Krala gidip bir kez daha iyi dileklerini bildirmiş, teşekkür etmiş.Kralda onun bu güzel davranışını ödüllendirip, birkaç günlük yiyeceğini daha vermiş. Fakat 2 gün sonra çok kötü bir şey olmuş, ormana gelen bir yırtıcı hayvanla kavga eden aslan, hasta düşmüş. Artık başkalarına yiyecek bulmak değil, kendisine bile nasıl bakacağını bilmiyormuş.

Aslanın bu kötü durumunu gören kurt, çakal ve karga kendi aralarında fesatlık yapmaya başlamışlar… Canları o kadar sıkılıyormuş ki… Hatta bu arada deveye birkaç kez saldırmışlar bile. Zavallı deve ne yapacağını bilememiş.

Bizim üç kafadarlar bu arada aslanın yanına gidip”şu deveden kurtulmak lazım, hiçbir işe yaramıyor” bile demişler. Aslan deveyi çok sevmiş ve onun sadakatine inanıyormuş, üç kafadarlara çok kızmış, onları başından yollamış.

Bu arada ormanlar kralı aslan, günden güne zayıflamış, halsizleşmiş. Karga : “ ben gidip bir şeyler çalayım” demiş.Sonra kurt:olmazzzz ben çalarım demiş. Çakalda olabildiğince hırsla “ben çalarım” diye tutturunca, aslan kükremiş. “Ne çalması yahu” demiş. Hırsızlığa ne kadar meraklsınız ? Bu arada deve geviş getiriyormuş. Aslan deveye sormuş:
“Durumumuz nasıl sence deve ?

- Siz iyileşene kadar yetecek yemeğiniz var efendim. Benim de hörgücümde yiyeceğim var. Üzülmeyin demiş.

Karga, çakal ve kurt atılmışlar
-peki biz ne olacağız ? Biz ne yapacağız ?

Aslan onlara o kadar çok kızmış ki:
- Siz , demiş.hırsızlıktan ve yan gelip yatmaktan başka bir işe yaramazsınız, defolun gidin, başınızın çaresine bakın. Hayvanlar arkalarına bakmadan ordan uzaklaşmışlar. Söylenenlere göre o günden beri aslan ve deveye hiç yaklaşmamışlar.

Aslan ve Tavşan Masalı


Bir ormanda yaşayan birkaç küçük hayvanın huzurları kaçmıştı korkusundan aslanın. Birden pusudan çıkar, birisini kapardı; Bu yüzden hepsinin de ondan ödü kopardı. Bir çare düşündüler ve ona dediler ki : "Biz seni doyururuz, sen kabul et yeter ki; Her gün birimiz gelir oluruz sana kurban, Yeter ki sen avlama bizi çıkıp pusudan. Bu korkuyla yaşamak bize çok zor geliyor, Kovuklara sinmekten yağlarımız eriyor. "Aslan kabul edince anlaşmaya varıldı, Topluluk yavaş yavaş evlerine dağıldı. Her gün sabah toplanıp kura çekiliyordu, kurada ismi çıkan aslana gidiyordu. Sonunda bir gün sıra küçük tavşana geldi, Ama zulme isyanı tavşancık görev bildi. "Böyle devam edemez bu iş !" diye bağırdı. Ama böyle cesaret çoğu için ağırdı. "Şaşırdın mı ? " dediler, "hep beraber söz verdik; Hem de bunca zamandır sözümüzde direndik. Hadi isyancı tavşan, bizi yalancı etme, Hadi, çabuk yürü de padişahı incitme. ""Dostlarım" dedi tavşan, "kızmayın, izin verin Bir oyun yapacağım, izi kalacak derin. "Dediler :
"Kendine gel, böyle köpürüp taşma,
Sen bir küçük tavşansın, dev aslana sataşma; Gurura mı kapıldın, haddini aşıyorsun,
Sen hepimiz için de tehlike taşıyorsun !""Tersine !" dedi tavşan, "barışı bulacağız,
O zalimin elinden hepten kurtulacağız. "Sonunda küçük tavşan dönüp koyuldu yola,
Arkasından baktılar gözleri dola dola. Biraz yolu uzattı, eğlendi sağda solda,
Epeyce gecikerek gitti vardı huzura. Aslan çok sinirlenmiş, kükreyip duruyordu,
Yerleri tırmalıyor, burnundan soluyordu. Nihayet görününce uzaktan bizim tavşan
"Nerde kaldın ey soysuz !" diye bağırdı aslan. "Bilmez misin her canlı benden çekinir, korkar; Gücümün karşısında eğilir tüm hayvanlar ?"Nice koca öküzü hakladım bir vuruşta;
Bunun için karşımda herkes esas duruşta. Sen kim oluyorsun da böyle geç kalıyorsun,
Benim yüce emrimi hafife alıyorsun ?"Tavşan boynunu büküp dedi : "Aman efendim,
Müsaade buyurun, hâlimi arz edeyim : Tam vaktinde çıkmıştık arkadaşımla yola,
Geliyorduk beraber bu çok yüce huzura; Ben küçüğüm diyerek orman arkadaşlarım
Bizi çift gönderdiler size ey Padişahım. Ama yolda bir aslan birden saldırdı bize,
Çok iri ve güçlüydü, getirdi bizi dize. Dedim ki : "Bizi bırak, biz Padişah kuluyuz,
Yüce kapıya giden iki garip yolcuyuz. "Dedi ki : "O da kimmiş ? burada Padişah benim,
Dünyada benden güçlü başka aslan görmedim. Kendine güvenirse gelsin, çıksın karşıma,
Kim büyük ve güçlüymüş, göstereyim ben ona. "Dedim "Bana izin ver, Sultanıma gideyim,
Senin dediklerini ona haber vereyim. Çabuk hemen git ve dön, yoldaşın kalsın rehin;
Kralına da söyle, gözüme görünmesin. Dedi o aslan bana deyince minik tavşan,
Öfkeden kudurmuştu bizim o koca aslan. "Kim acaba bu sersem, gidip onu bulayım,
O kendini bilmeze kendimi tanıtayım; Hadi şimdi çabucak öne geç de yol göster !"
Dedi aslan ve yola koyuldular beraber,Nihayet kenarına geldiler bir kuyunun.
Yâni son perdesine gelinmişti oyunun. Tavşan dedi : "O aslan yaşıyor bu kuyuda,
Böylece el altında içeceği suyu da. "Eğilerek baktılar beraberce kenardan :
Dipte bir aslan vardı, bir de yanında tavşan.Bu kendinin sudaki yansımasıydı ama,
Gerçek gibi göründü bizim koca aslana. Kocaman kükremesi kuyuda yankılandı,
Böylece gördüğüne bir kat daha inandı. Cesaretle atladı üzerine düşmanın
Son hamlesi oldu bu, o zavallı aslanın. Kuyu oldukça derin, taşları da pek sertti;
Bu çok cesur atlayış onu canından etti. Güçlü olmak iyidir, ama zorbalık kötü.
İyi dinle ve öğren; Oğuzhan bu öğüdü: Akıllı ve güçlü ol, ama haksızlık etme,
Gücünü ve aklını kötülükte tüketme. Zalime boyun eğme, bu onu güçlendirir;
Her zaman hakkı gözet, etrafını sevindir."Kim ki olur dünyada zulüm ederek âbâd,
Elbette akıbeti olacaktır çok berbat."

Altın Yumurtlayan Tavuk Hikayesi



Uzun zaman önce şirin bir köyde yoksul bir köylü çiftçi yaşarmış. Bu çiftçi tavukları çok severmiş, her gün tavukları beslermiş ama bir tavuğu varmış ki çok özelmiş. Özelliği ise altın yumurtluyor olmasıymış, çiftçi her gün altından olan yumurtayı şehre götürüp kuyumcuda bozdururmuş.



Bu böyle giderken yoksul çiftçi giderek zenginleşmeye başlamış, zenginleştikçe çiftçi değişmiş artık para kazanıp geçinmek için çalışmaya gerek duymuyormuş. Çiftçi her gün altın yumurtlayan tavuğun yumurtasını satarak geçiniyormuş. Çok geçmeden çiftçi gereksiz şeylere harcamaya başlamış bu parayı ve bir süre sonra yetmemeye başlamış.

Çiftçi artık tavuğu sevip okşamıyor ona eskisi kadar değer verip sevmiyormuş. Çiftçi zamanla tavuğun karnında bir hazine olduğunu düşünmeye başlamış. Eğer tavuğu kesip karnındaki hazineyi alırsa ömür boyu zengin yaşayacağını düşünmüş.

Çiftçi aç gözlü olmaya başlamış ve bir gün elinde bir bıçak ile kümese girmiş. Tavuk çiftçiyi öyle görünce kaçmaya başlamış. Çiftçi kararlıymış, tavuğu yakalamış ve anında kesmiş. Hemen tavuğun karnını kesip merak için karnına bakmış ama bir de ne görsün? Tavuğun karnı ne altın doluymuş ne de hazine varmış. Aç gözlülük yaptığını o anda anlamış ve pişman olmuş. Fakat tavuk öldüğü için iş işten geçmiş.

Altın Saçlı Kız Masalı



Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
……….”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip bir şeyler geveler, bir şeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Bir gün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyleyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.

Ali Baba ve Kırk Haramiler Masalı



Uzak ülkelerin birinde, çok eskiden Ali Baba adında bir adam yaşarmış.Ali Baba bir oduncuymuş. Dağdan kestiği odunları şehirde satarmış. Geçimini bununla sağlarmış.Ali Baba iyi bir insanmış. Karısı da onun kadar iyi biriymiş. Karı koca mutlu bir yaşantı sürmekteymişler. Bunların tek sıkıntıları yoksul olmalarıymış.Ali Baba'nın bir kardeşi varmış. Adı Kasım olan bu adam çok zenginmiş. Ama aynı zamanda pek cimriymiş.

Bir sabah, Ali Baba eşeğini almış. Her zamanki gibi dağa gitmiş. Ormana ulaştığında garip bir durumla karşılaşmış. Az ötede, gittikçe yaklaşan bir toz bulutu görmüş. Çok meraklanmış. Eşeğini bir ağaca bağlamış. Yüksekçe bir yere çıkmış. Bir kayaya gizlenerek toz bulutunu izlemeye koyulmuş. Az sonra, bulutun içinden kırk atlı çıkmış. Adamların hepsi silâhlıymışlar. Terkilerinde de birer çuval asılıymış.

Ali Baba atlıların kimler olduğunu anlamakta gecikmemiş. Bunlar ünlü Kırk Haramilermiş. Bu hırsızlar yıllardır yasa tanımıyor ve çevreye kan kusturuyorlarmış. Ali Baba çok korkmuş. Hemen oradan kaçmak istemiş. Ancak yakalanmak korkusuyla yerinden kımıldayamamış.O sırada, Kırk Haramilerin reisi öne çıkmış. Kalın bir sesle:

- Açıl susam açıl, diye bağırmış.

Bu komutla haydutların önündeki kayadan bir gümbürtü kopmuş. Koca kaya gümbürdeyerek açılmış. Arkada bir geçit belirmiş. Haydutlar, atlarıyla birlikte bu mağaraya girmişler. Onların ardından koca kaya yine gürüldeyerek kapanmış.Olanları izleyen Ali Baba, büyük bir şaşkınlık içindeymiş. Ayağa kalkmak istemiş. Ancak bunu başaramamış. Korkudan dizlerinin bağı çözülmüş.

Bir süre sonra, kaya yine büyük bir gürültüyle açılmış. Haramiler dışarı çıkmışlar. Bu kez atlarının terkilerindeki çuvallar yokmuş. Çuvalları içeride bırakmışlarmış.

Haramilerin reisi:

- Kapan susam kapan, diye bağırmış.

Bu söz üzerine mağaranın kapısı tekrar kapanmış. Kırk haramiler atlarını mahmuzlayarak, büyük bir hızla oradan uzaklaşmışlar.Haydutlar iyice uzaklaşınca Ali Baba gizlendiği yerden çıkmış. Susam kayasının önüne gelmiş. Aynı şeyi kendisinin yapıp yapamayacağını merak ediyormuş:

- Açıl susam açıl, demiş korka korka ve yavaşça.

O anda kaya gürüldeyerek açılmış. Ali Baba, korku ve merak içinde mağaraya girmiş. Bir süre gözlerinin karanlığa alışmasını beklemiş. O sırada, arkadaki kaya tekrar gürültüyle kapanmış. Gördüklerinin karşısında neredeyse, Ali Baba'nın dili tutulacakmış. İçerisi çuval çuval altın doluymuş. Ali Baba çektiği para sıkıntısını hatırlamış. Kendi kendine:

- Çuvalların üzerinden birer avuç altın alırsam haydutların bundan haberi bile olmaz, demiş.

Ali Baba hemen harekete geçmiş. Dışarıdaki eşeğini mağaraya getirmiş. Çuvalların her birinden birer avuç altın almış. Eşeğin sırtındaki heybenin gözlerine doldurmuş. Orada daha fazla oyalanmadan dışarı çıkmış. Yolda, heybelerin üzerine birkaç kuru odun parçası koymuş. Böylece altınları gizlemiş. Sonra da sevinç içinde şehrin yolunu tutmuş.Bir süre sonra, Ali Baba evine gelmiş. Eşine başından geçenleri anlatmış. Yıllarca sıkıntı çeken kadın rahat edeceğini düşünerek sevinmiş.Yemekten sonra Ali Baba altınların ne kadar olduğunu merak etmiş:

- Acaba burada ne kadar altın var dersin hanım, diye sormuş.

Ali Baba'nın karısı:

- Bunu bilmenin bir yolu var. Ben şimdi giderim. Kasımlardan teraziyi alır gelirim. Tartar öğreniriz, demiş.Ali Baba bu öneriyi kabul etmiş. Kadın, Kasımlara gitmiş. Kapıyı Kasım'ın hanımı açmış. Aşağılayıcı bir tavırla:

- Yine ne istiyorsun, diye sormuş.

Ali Baba'nın karısı:

- Terazinizi istiyorum yenge. İşimiz bitince hemen getiririm, demiş.

Kasım'ın eşi içeriye gitmiş. Teraziyi almış. Bu arada durumdan kuşkulanmış. Terazinin altına biraz bal sürmüş. Sonra getirip Ali Baba'nın karısına vermiş.Ali Baba ile karısı, evlerinde altınları tartmışlar ve miktarını bulmuşlar.
Ali Baba ahırda bir çukur kazmış. Altınların bir kısmını buraya gömmüş.Ali Baba'nın karısı da teraziyi geri vermeye gitmiş. Kasım'ın kuşkucu karısı teraziyi almış. Sonra bal sürdüğü yere bakmış. Tabii hayretten donakalmış. Çünkü terazinin dibine bir altın yapışmışmış:

- Demek, yoksul Ali Baba altınlarını tartabilecek kadar zenginmiş ha, demiş. Hemen koşmuş, olanları kocasına anlatmış.

Ertesi gün, Kasım Ali Baba'nın kapısına dayanmış:

- Artık terazi ile altın tartabilecek kadar zenginleşmişsin kardeşim. Hayrola, demiş.

Ali Baba anlamazlıktan gelmiş. Fakat Kasım vazgeçecek gibi değilmiş. Karısının, terazinin altında bulduğu altını anlatmış. Ali Baba daha fazla gizleyememiş. Başından geçenleri bir bir anlatmış ona. Bu arada mağaranın bulunduğu yeri de tarif etmiş.Kasım evine dönmüş. Evde eşi onu merak içinde beklemekteymiş. Ali Baba'nın yaşadıklarını o da öğrenmiş. Sonra neşe içindeki kocasına:

- Hemen sen de oraya git. Mağarayı boşalt Kasımcığım, demiş.

Zaten, Kasım karısının sözünden dışarı çıkmazmış. Hemen katırlarını ahırdan çıkarmış. Sırtlarına heybeleri yerleştirmiş. Ardından mağaraya doğru yola çıkmış. Bir süre sonra susam kayasının önüne gelmiş. Var gücü ile bağırmış:

- Açıl susam açıl!

Koca kaya gürüldeyerek açılmış. Kasım içeriye girmiş. O girer girmez kapı kapanıvermiş. Kasım, gözleri karanlığa alışana kadar beklemiş. Sonra gördükleri karşısında şaşkına dönmüş. Hemen koşmuş. Altınların üzerine atlamış. Sevinç içinde yuvarlanmış, taklalar atmış. Nice sonra aklına haramiler gelmiş. Korkmuş, hemen kapıya koşmuş. Kapının önüne gelince o büyülü cümleyi anımsamaya çalışmış. Ama bir türlü başaramamış:

- Açıl buğday açıl. Saçıl arpa saçıl! Hay Allah neydi acaba, diye kendi kendine söylenmeye başlamış.

Kasım, çok zorlamış ama büyülü cümleyi bir türlü anımsayamamış. Bu arada da zaman su gibi akmış. Haramiler aniden çıkagelmişler. Kapının önünde bir sürü katır görmüşler. Tabii içeride birinin olduğunu anlamışlar.

Haramilerin reisi dışardan:

- Açıl susam açıl, diye bağırmış.

Bunu duyan Kasım hemen oracığa saklanmış. Ancak haydutların Kasım'ı bulmaları uzun sürmemiş. Üstelik, hemen orada cezasını vermişler. Daha sonra, haramiler getirdikleri çuvalları mağaraya boşaltmışlar. Hiç beklemeden yeni soygunlar için yola çıkmışlar.

Öte yanda, Kasım'ın dönmemesi Ali Baba'yı endişelendirmiş. Kuşku ile yola koyulmuş. Susam mağarasına gitmiş. Ama orada yaralı ve baygın kardeşi ile karşılaşmış. Çok üzülmüş. Onu sırtına almış. Şehre götürmüş. Bir doktorda tedavi ettirmiş.Haydutlar döndüklerinde Kasım'ı bulamamışlar. Susam mağarasının bir başkası tarafından da bilindiğini anlamışlar. Burayı bileni bulmak gerektiğini düşünmüşler. Birkaç arkadaşlarını şehre göndermişler. Şehre inenler sorup soruşturmuşlar. Son günlerde kimlerin tedavi edildiğini araştırmışlar. Kasım'ın tedavi gördüğünü ve Ali Baba'nın fazlaca para harcadığını öğrenmişler. Bunun üzerine Ali Baba'nın evinin kapısına tebeşirle (x) işareti koymuşlar. Böylelikle geri geldiklerinde işaretli evi kolayca bulacaklarmış.

Ali Baba, evine bir hizmetçi kız almışmış. Bu kız çok akıllıymış. Kız kapıdaki işareti görmüş. Bu durumdan şüphelenmiş. Komşu evleri de aynı şekilde işaretlemiş.O akşam, haramiler topluca şehre gelmişler. Ali Baba'nın evine koydukları işareti aramışlar. Fakat kapıların hepsinde aynı işareti görünce şaşırmışlar. Gerisin geri dönmüşler.

Ertesi sabah haramilerin reisi bir plân yapmış. Katırlara küpleri yüklemiş. Küplerin içine adamlarını yerleştirmiş. Kendisi de atına binmiş. Şehrin yolunu tutmuş. Sora sora Ali Baba'nın evini bulmuş ve ona:

- Ben bir yağ tüccarıyım. Beni bu akşam evinizde konuk eder misiniz, diye sormuş.

İyi yürekli Ali Baba, haydutların reisini tanıyamamış. Onu evine davet etmiş. Haydutların içinde bulunduğu küpleri bahçesine taşıtmış.Akşam karanlığında, akıllı hizmetçi küpleri yoklamış. Küplerin içinde haramilerin saklı olduğunu anlamış. Hemen mutfaktaki yağları kızdırmış. Küplerin içine boşaltmış. Haydutlar kızgın yağın içinde haşlanmışlar.Haramilerin başı gece yarısında harekete geçmiş. Amacı küplere sakladığı adamlarını çıkarmakmış. Ama hepsinin haşlanmış olduğunu görmüş. Artık yapacak bir şey yokmuş. Çareyi oradan kaçmakta bulmuş.

Ali Baba, ertesi sabah konuğunu yatağında bulamamış. Merak etmiş. Hizmetçiden akşam neler olduğunu öğrenmiş. Şaşkına dönmüş. Hayatını kurtardığı için akıllı kıza teşekkür edip hediyeler vermiş. Çevredekiler de Kırk Haramilerden kurtuldukları için rahata kavuşmuşlar.

Akreple Kurbağa Masalı


Bir gün kara bir akrep yolculuğa çıkmıştı.Yolu epeyce uzundu, yorgundu ve acıkmıştı.Bir dereye rastladı; uzun, geniş bir dere Bir yerlerden geliyor, gidiyor başka yerlere.Karşıya geçmek için uygun bir geçit gerek Aradı, bulamadı; boydan boya gezerek.Şöyle büyük bir ağaç olsa dalları uzun Çıkar, yürür, geçerdi; varsın yorucu olsun.Ama yoktu ne yazık ne geçit, ne de köprü.Derken derede yüzen birkaç kurbağa gördü.Seslendi : "Arkadaşlar ! bakar mısınız lütfen ?"Dönüp onu görünce suya daldılar hemen."Korkmayın, hiç bir zarar vermem hiçbirinize,Ne olur, bir dinleyin, diyeceğim var size."O böyle yalvarınca içlerinden genç biriKafasını çıkardı, gözleri iri iri:"Akrep kardeş buyurun, diyeceğiniz nedir ?Yalnız çabuk söyleyin, işimiz aceledir.""Ne olursun kurbağa, çok zor bir durumdayım,İnan ki haftalardır bu uzun yolumdayım.Çok acele işim var, koşup ulaşmam gerek,Beni bekleyenlerle hemen buluşmam gerek.Beni sırtına al da karşıya geçiriver,Bu yorulmuş yolcuya bir iyilik ediver.""Ama Sayın Bay Akrep, çok korkarız biz sizden;Çıkıverirse sonra bir kaza iğnenizden? "Hiç olurmu a canım, ben öyle beter miyim? Bana yardım edene kötülük eder miyim? Hem sonra öyle bir şey yapacak olsam bileGitmez miyim seninle ben de suyun dibine?" Böyle tatlı sözlerle kurbağayı kandırdı,Güvende olduğuna iyice inandırdı.Yüze yüze gelince suyun derin yerineKurbağanın ensesi takıldı gözlerine: Öyle parlak ve semiz, öyle iştah açıcı,Böyle av bulunur mu, bu kadar kışkırtıcı ?Sonunda duramadı, yaptı yapacağınıİğnesiyle felç etti kolunu bacağını."Ne yaptın akrep kardeş ? Hem kalleş hem döneksin,Ama sen de benimle birlikte öleceksin.""Ne yapayım kurbağa, kötüler hep aldatır;Hem sen işitmedin mi ? «Huy canın altındadır»".Sen de canım Oğuzhan, sakın kötüye kanma;Huyu kötü olanın sözlerinde aldanma.

Ağustos Böceği ile Karınca Hikayesi


Uzun zaman önce yeşil ormanda ağustos böceği ve karınca aynı bölgede yaşarken, karınca yazları yuvasına sürekli yiyecek taşır ağustos böceği ise tembelliği yüzünden uzanıp ötermiş. Karınca yine bir gün yiyecek toplamak için yuvasından çıkmış ve yürümeye başlamış, yolun kenarında ağustos böceğini görmüş ve seslenmiş.

Karınca; Ağustos böceği nasılsın demiş.

Ağustos Böceği; İyiyim senin gibi güneşin ortasında çalışmıyorum demiş.

Karınca buna çok kızmış. Öfke ile konuşarak;

Ağustos böceği sen hiç bu sene yiyecek toplamamışsın galiba.

Ağustos böceği gülerek: amaaaan karınca boşver yiyeceği. Yaz günü rahatına baksana ama karınca onun bu tavrına gıcık olmuş. Onu önemsememiş ve evine gitmiş. Kış iyice yaklaşmış. Ağustos böceği de yiyeceksiz kaldığı için karıncadan biraz yiyecek ala bilirim diyerek karıncanın evine gitmiş. Karıncaya dönerek;



Karınca kardeş bana biraz yiyecek verebilir misin demiş. Ama karınca ona yiyecek vermemiş ve kapıyı çat diye kapatmış. Ağustos böceği yiyeceksiz kalarak keşke ondan önce yiyecek ben toplasaydım diyerek bir daha böyle yapmayacağına kendine söz vermiş.

Herkes anladı ki; BU GÜNÜN İŞİNİ HİÇ BİR ZAMAN YARINA BIRAKMAMAK GEREK!.

Aslan, Eşek ve Tilki Masalı






Aslan, eşek ve tilki birlikte avlanmaya çıkmışlardı. Her ne avlarlarsa, aralarında pay edeceklerdi. Anlaşmanın şartlarına da hepsi uyacaklardı. Kocaman besili bir geyik ele geçirdiler, aslan pay etme işini eşeğe verdi. Eşek düşündü, taşındı, anırdı ve bin bir güçlükle geyiği üç eşit parçaya ayırdı. Aslan eşeğin kendisine layık gördüğü parçaya o kadar sinirlendi ki, zavallı eşeğin üzerine atıldı ve onu parça parça etti.Sonra pay etme işini tilkiye verdi.

Tilki eşeğin başına gelenlerden o kadar korktu ki, en ufak parçayı kendisine ayırarak, gerisini aslana bıraktı. Aslan tilkinin bu hareketi karşısın da çok memnun oldu. Yanına yaklaşıp, başını sıvazladı. “Bu terbiye ve nezaketi nereden öğrendin akıllı tilki ?”

Tilki,”size hakikati söyleyeceğim , efendim” diye cevap verdi. “ Bu terbiyeyi, şurada yatan cansız eşekten aldım.

Açgözlü Kedi Masalı



Uzun zaman önce, uzak bir ülkede çok yoksul bir nine yaşardı. Bu ninenin bir de kedisi vardı.Kedi o kadar uyuşuktu ki, patisini bile kaldırmaya üşenir, bu yoksul kadının verdiği yemeklerle gününü gün ederdi. Günler böyle geçip giderken... Bizim Miskin Kedi, iyice zayıflamış, çelimsizleşmişti. Bir gün evin kapısında otururken kocaman bir kediyle karşılaştı.Doğrusu kediden çok bir kaplana benziyordu. Zayıf kedi, hayıflandı,"Niçin ben böyle güçsüz, bakımsızım, sen böyle şişman, semizsin?" diye...

Semiz Kedi:

- Sen de her gün Padişah'ın sarayında bulunursan türlü türlü yemekler yersin , benim gibi olursun, dedi.

Güçsüz Kedi bu fikri çok beğendi. Bu yoksul kadının yanında durmakla karın doymuyordu işte. “Herkes neler yiyor, ben burada sürünüyorum” diye düşündü. Yoksul ninenin evinde ne vardı ki...Ne yiyecek, ne içecek...

- Ne zaman gidersen haber ver birlikte gidelim, dedi.

Semiz Kedi bunu kabul etti.

Güçsüz Kedi, akşam olduğunda durumu nineye anlattı. Saraya gitmek için ondan izin istedi. Nine bu duruma çok üzüldü. Tamam ona çok güzel yiyecekler veremiyordu ama aç kalmıyordu, sonra burada tehlike yoktu, orada neyle karşılacağını bilemiyordu

- Hırs insana zarar verir, şimdi sen bunu düşünemiyorsun. Elindekilerle yetinmeyi öğrenmelisin dedi. Fakat kedinin umurunda değildi bu, önemli olan güzel yiyeceklerdi. Ertesi gün yiyeceği türlü türlü yiyecekleri düşünüyordu. Sabah oldu.Semiz Kedi, pencereden, "miyaav miyaaav!" diye seslendi, Zayıf Kedi de çıktı, birlikte saraya gittiler.

Fakat sarayda durum hiç de semiz kedinin anlattığı gibi değildi. Sarayın kapısına yığılan yüzlerce kedi vardı ve artık herkes bu kedilerden

bıkmıştı. Her gün yenileri ekleniyordu bunların arasına. Padişah okçularını yollayıp, bundan sonra yeni gelen kedi gördüklerinde vurmalarını istedi. Okçular hazır beklemeye başladılar. Bizim çelimsiz kedi hoplaya zıplaya yemeklere saldırınca midesine oku yedi. O günden sonra ninenin yanına dönemedi.
Nine onu birkaç gün bekledikten sonra , kedinin hırsının ve açgözlülüğünün kurbanı olduğunu anlayıp , ümidi kesti. Kendine yeni bir kedi buldu ve artıklarını ona yedirmeye başladı.